E- ISSN: 3023-6215
ANATOLIAN JOURNAL OF GENERAL MEDICAL RESEARCH - Anatol J Med : 28 (3)
Volume: 28  Issue: 3 - 2018
1.Cover

Page I (543 accesses)

2.Contents

Pages II - V (828 accesses)

CLINICAL RESEARCH
3.Effects of hyperemesis gravidarum on birth and neonatal outcomes
Ahkam Göksel Kanmaz, Adnan Budak
doi: 10.5222/terh.2018.25348  Pages 151 - 154 (1283 accesses)
GİRİŞ ve AMAÇ: Gebelikte birinci trimester komplikasyonlarından olan ve literatürde çelişkili sonuçların olduğu hiperemesis gravidarumun doğum ve neonatal sonuçlar üzerine etkilerinin araştırılması

YÖNTEM ve GEREÇLER: 2013 Ekim-2017 Ocak tarihleri arasında kliniğimizde hiperemesis gravidarum tanısı ile takip edilen 170 hasta ile aynı tarihler arasında bilinen hiçbir gebelik komplikasyonu olmayan 791 hasta geriye dönük olarak taranarak demografik bilgileri, doğum ve neonatal sonuçları karşılaştırıldı.
BULGULAR: Hiperemesis gravidarum olan gebeler kontrol grubundaki gebelere göre daha küçük yaş ve daha yüksek oranda düşük doğum ağırlıklı bebek doğum oranına sahipti. Preterm doğum ve yeni doğan yoğun bakım ihtiyacı oranı kontrol grubunda hiperemesis gravidarum grubuna göre daha yüksek saptandı. Sonuçlarımız her ne kadar farklı olsa da istatistiki anlamlı olarak hiperemesis gravidarum ve kontrol grubu arasında farklılık saptanmadı.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Çoğunlukla sekelsiz olarak iyileşen ve maternal birinci trimester iyilik halini kötü yönde etkilemesi muhtemel olan hiperemesis gravidarum, doğum ve neonatal sonuçlar üzerine anlamlı etki göstermemektedir.
INTRODUCTION: To investigate the effects of hyperemesis gravidarum which is conflict results in the literature and which is the first trimester complication on pregnancy and neonatal outcomes
Material-methods:

METHODS: Between October 2013 and January 2017, 170 patients with hyperemesis gravidarum diagnosed in our clinic and 791 patients with no pregnancy complications between the same dates were retrospectively analyzed for demographic information, birth and neonatal outcomes.
RESULTS: The hyperemesis gravidarum group had a lower age and a lower birth weight infant birth rate than the control group. Preterm birth and needs of newborn intensive care unit ratio was higher in control group than hyperemesis gravidarum group. Although our results were different, there was no statistical significance different between hyperemesis gravidarum and control groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Hyperemesis gravidarum, which usually heal without sequelae and is likely to affect maternal first trimester well in the bad way, has no significant effect on birth and neonatal outcomes.

4.Influence of Pegylated Interferon and Ribavirin on Triglyceride Index and Metabolic Factors in Patients With Chronic Hepatitis c
Betül Koyuncu, Zeynep Altın, Serhat Özer, Fatih Aslan, Belkıs Ünsal
doi: 10.5222/terh.2018.91259  Pages 155 - 162 (775 accesses)
GİRİŞ ve AMAÇ: Kronik hepatit C olgularının tedavisinde kullanılmakta olan pegile interferon alfa (PEG-IFN-α) 2a/2b ve ribavirin tedavisinin trigliserit indeks ve metabolik faktörler üzerine etkisinin incelenmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 01.01.2005 ile 01.11.2012 tarihleri arasında Katip Çelebi Üniversitesi Tıp Fakültesi Atatürk Eğitim Araştırma Hastanesi Gastroenteroloji polikliniğinde kronik hepatit C tanısı alan, tedavi öncesi ve tedavi sırasında serum ürik asit ve HCV-RNA (0, 12, 24, 48 ve 72. Hafta) düzeyleri bakılan, yaşları 20 ile 75 arasında değişen toplam 165 hasta dahil edilmiştir. Tedavi yanıtına göre (kalıcı viral yanıt, relaps ve non-responder-yanıtsız) bu parametrelerin düzeyleri değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Çalışmamıza alınan 165 hastanın tamamı çalışmaya dahil edildi. Dahil edilen 165 hastanın 91’inde kalıcı viral yanıt(SVR) alındı, 74’ünde ise kalıcı viral yanıt alınamadı (non SVR). Kalıcı viral yanıt alınmayan hastaların HCV-RNA düzeyleri kalıcı viral yanıt alınan hastalara göre yüksekti. Tek değişkenli analizlerde kalıcı viral yanıt alınan ve alınmayan hastalarla yaş, 72.saat HOMA skoru, trombosit ve log 10 HCV-RNA arasında anlamlı bir ilişki saptandı. Kalıcı viral yanıt alınan hastalar ile alınmayan hastalar arasında tek değişkenli verilerde hem HOMA skoru hem de TyG indeks değerleri arasında anlamlı fark saptanmadı. Çok değişkenli analiz uygulandığında da hem HOMA skoru hem de TyG indeks değerleri arasında anlamlı fark saptanmadı ve tedaviye etkisinin olmadığı gözlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamıza göre hepatit C hastalarında HOMA skoruyla TyG indeksi arasında anlamlı korelasyon mevcuttur. TyG indeks düzeyleriyle tedaviye yanıt arasında ise ilişki bulunmamıştır. TyG indeksinin hepatit C hastalarında güvenilirliğini araştıran prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır.


INTRODUCTION: It was aimed in this study to evaluate the effect of pegylated interferon alfa 2a/2b and ribavirin - the agents used in chronic hepatitis C - on triglyceride index and metabolic factors.

METHODS: A total of 165 chronic hepatitis C patients applying to Katip celebi University Ataturk Research and Training Hospital, Department of Gastroenterology between 01.01.2005 - 01.01.2012 with ages ranging from 20 to 75 years having serum uric acid and HCV-RNA levels (0, 12, 24, 48 and 72 weeks) levels available were included in the study. These parameters were assesed according to the groups based on response to therapy (sustained virologic response - SVR, relapse and non responders).
RESULTS: Of the 165 patients SVR was achieved in 91 but 74 non SVR. HCV-RNA levels in patients without permanent viral response were higher than those with permanent viral response.In univariate analyzes, a significant relationship was found between age, 72 hours HOMA score, platelet count and log 10 HCV-RNA in patients with and without permanent viral response.
DISCUSSION AND CONCLUSION: There is a significant correlation between HOMA score and TyG index in patients with hepatitis C according to my study. No relationship was found between the TyG index levels and the treatment response. There is a need for prospective studies investigating the safety of the TyG index in hepatitis C patients.

5.The Correlation Between Neutrophil - Lymphocyte Ratio and Neoadjuvant Chemoradiotherapy Response Prediction in Locally Advanced Rectal Cancer
Veysel Karahan, Mehmet Üstün, Levent Uğurlu, Tayfun Kaya, Mustafa Emiroğlu, Cengiz Aydın
doi: 10.5222/terh.2018.00922  Pages 163 - 168 (681 accesses)
GİRİŞ ve AMAÇ: Lokal ileri evre rektal kanserde neoadjuvan kemoradyoterapi cevabı için öngörülen faktörlerin belirlenmesi tedavi yönetimi açısından çok önemlidir. Neoadjuvan kemoradyoterapi öncesi lokal ileri evre rektal kanser hastalarının klinikopatolojik bulgularının öngörülen değerini araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2008 -2015 tarihleri arasında neoadjuvan KRT tedavisinden sonra opere edilen, uzak metastazı olmayan, lokal ileri evre rektum kanseri tanısı konan hastalar geriye dönük olarak incelendi.
BULGULAR: Olguların 23'ü (% 46) patolojik yanıt vermezken, 27'si (% 54) neoadjuvan kemoradyoterapiye yanıt vermiştir. Yanıt veren grup ile yanıtsız grup arasında yaş ortalamaları ve cinsiyet dağılımı (p = 0,360, p = 0,665), tümörün anal çizgiden mesafesinin dağılımı (p = 0,777), patolojik tiplerin dağılımı (p = 0.451), pre-op T evre ve N evre (p = 0.322 ve p = 0.321), cerrahi prosedür tipi (p = 0,061, p = 0,200), CEA düzeyi (p = 0.195), PLO düzeyi ( p = 0.704) açısından istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı NLO> 4 saptanan olgularda yanıt vermeme olasılığı NLO <4 olanlara göre istatistiksel olarak anlamlı derecede farklıydı (% 95 Güven Aralığı: 2,043 - 62,915) (p = 0.005).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Neoadjuvan kemoradyoterapi öncesi NLO lokal ileri evre rektal kanserde öngörülen bir faktör olarak kullanılabilir
INTRODUCTION: The determination of predictive factors for neoadjuvant chemoradiotherapy response in locally advanced rectum cancer is critical concerning treatment management. We aim to analyze the predictive value of clinicopathologic findings of locally advanced rectal cancer patients before neoadjuvant chemoradiotherapy.
METHODS: Fifty patients who were diagnosed with locally advanced rectum cancer without distant metastasis and underwent surgery after the neoadjuvant CRT treatment in department of general surgery, between January 2008 -2015 were analyzed.
RESULTS: Twenty three (46%) of the cases did not respond pathologically, while 27 (54%) responded to neoadjuvant chemoradiotherapy. There was no statistically significant difference between the responding group and the non-responding group in terms of age averages and gender distribution (p = 0,360, p = 0,665), the distribution of tumor distance from anal verge (p = 0,777), pathologic types distribution (p = 0.451), pre-op T stage and N stage (p = 0.322 and p = 0.321), type of surgical procedures (p = 0,061, p = 0,200), CEA level (p = 0.195), and PLR level (p = 0.704). The possiblity of not responding to NLR> 4 cases was statistically significant (95% Confidence Interval: 2,043 - 62,915) compared to NLR <4 cases. (p = 0.005).
DISCUSSION AND CONCLUSION: NLR can be used as a predictive factor in locally advanced rectal cancer before neoadjuvant chemoradiotherapy.

6.Evaluation of pediatric gastrointestinal system endoscopic biopsy findings
Dudu Solakoğlu Kahraman, Gülden Diniz, Maşallah Baran
doi: 10.5222/terh.2018.75537  Pages 169 - 174 (1505 accesses)
GİRİŞ ve AMAÇ: Gastrointestinal sistem endoskopik araştırmaları günümüzde çoğu büyük tıp merkezinde yaygın olarak kullanılmakta olup; aynı zamanda çocuklarda da güvenle uygulanabilmektedir. Bu çalışma, pediatrik endoskopik biyopsilerin tanısal önemini değerlendirmeyi amaçlamaktadır.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma, Aralık 2016'dan Ocak 2018'e kadar sürede yapılan retrospektif tanımlayıcı çalışmadır. Çalışmaya, gastrointestinal sistem endoskopisi uygulanan tüm çocuklar (1 ila 18 yaş arası) alınmıştır. Biyopsi preparatları 2 patolog tarafından yeniden değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Çalışmaya 160 çocuk (56 erkek ve 104 kız) dahil edildi. Endoskopik incelemeye götüren en sık endikasyon karın ağrısı ve kusma idi (%50,7). Prosedürün kendisinden veya verilen sedasyondan sonra hiç komplikasyon tespit edilmedi. Olguların yaklaşık %20’sinde duodenit, %28’inde bulbit, %65’inde gastrit ve %17’sinde özofajit saptandı. Helicobacter pylori enfeksiyonu oranı %35 bulundu. Çölyak hastalığı tanısı konan olgu oranı %7,5 idi. Kolonoskopik incelemede, % 67,8 olguda patolojik bulgu gözlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Gastrointestinal endoskopik biyopsi incelemesi, çocuklarda da değerli ve bilgilendirici bir tanı yöntemi haline gelmiştir. Günümüzde işlemin oldukça kolay uygulanabilir hale gelmesi çocukları gereksiz tedavilerden koruma açısından anlamlıdır.

INTRODUCTION: Gastrointestinal system endoscopic investigations currently are common in most major hospitals and they also can be safely performed in children. This study aims to evaluate the diagnostic importance of pediatric endoscopic biopsies.

METHODS: This is a retrospective descriptive hospital based study, conducted from December 2016 to January 2018. All children (1 to 18 year-old) who underwent gastrointestinal system endoscopy during the study period were included in this study. Biopsy slides of patients were reevaluated by two pathologists.
RESULTS: The present study included 160 children (56 males and 104 females). The most common indication leading to endoscopic examination was abdominal pain and vomiting (50.7%). No complications were detected either from the procedure itself or sedation given. Duodenitis was detected in 20% of cases, bulbit in 28%, gastritis in 65% and esophagitis in 17%. The rate of Helicobacter pylori infection was 35%. The incidence of Celiac diseases was 7.5% in the small bowel biopsies. On colonoscopy, pathological findings were observed in 67.8% of cases.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Gastrointestinal endoscopic biopsy examination has also become a valuable and informative diagnostic method in children. Nowadays, making the process very easy to implement is meaningful in terms of protecting children from unnecessary treatments.


7.Effects of the menstrual cycle on rocuronium injection-related withdrawal movement
Sinan Yılmaz, Selda Demircan Sezer
doi: 10.5222/terh.2018.16878  Pages 175 - 180 (607 accesses)
GİRİŞ ve AMAÇ: Rokuronyum enjeksiyonu sonrası ağrı ve geri çekme hareketleri, klinikte oldukça sık görülmektedir. Bu prospektif, çift kör çalışmada, menstruel siklusun rokuronyum enjeksiyon ağrısına etkisini değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Genel anestezi altında elektif cerrahi yapılacak 100 hasta çalışmaya alındı. Menstrual siklus fazlarına göre 50 hasta, Group F (Folikuler faz) ve 50 hasta group L (Luteal faz) olarak ikiye ayrıldı. Rokuronyum ilişkili geri çekme hareketi 4-nokta skalası ile değerlendirildi. Bu çalışma clinicaltrial.gov adresinde kayıtlıdır.
BULGULAR: Folikuler grubun geri çekme skoru median 0 (0-1) luteal gruptan 1 (0-1.25) anlamlı düşük saptandı (p=0.001). Rokuronyum ilişkili geri çekme hareketi skorunun, luteal grupta folikuler gruptan yüksek olduğu saptandı. Ve ayrıca, rokuronyum enjeksiyonu sonrası luteal grupta hemodinamik parametrelerde de artış saptadık.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Rokuronyum ilişkili geri çekme hareketinin luteal fazda folikuler faza kıyasla daha fazla oluştuğunu saptadık. Ayrıca, operasyon sırasında çekilme hareketinin arttığı luteal fazdaki hastalarda, hemodinamik parametrelerde de yükselme olduğunu saptadık
INTRODUCTION: Pain and withdrawal movement after rocuronium injection are very common in the surgery. In this prospective, double-blind study, we aimed to evaluate the effect of menstrual cycle on withdrawal movement due to rocuronium injection.
METHODS: A total of one-hundred patients who were under elective surgery with general anaesthesia were included in the study. 50 patients were included in the Group F (Follicular phase) and 50 patients into the Group L (Luteal phase). And, rocuronium induced witdrawal movement was evaluated with 4- point scale. This study was registered with clinicaltrial.gov.
RESULTS: The rocuronium injection-related withdrawal movement (RIWM) score of the follicular group 0 (0-1) was significantly lower than the score of the luteal group 1 (0-1.25) (p=0.001). The rocuronium induced witdrawal movement score of the luteal group was higher than the follicular group. And also, there was an increase in hemodynamic parameters in the luteal group after rocuronium injection.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We determined that the rate of rocuronium injection-related withdrawal movement was increased in the luteal phase compared to the follicular phase. We also determined that the levels of the hemodynamic parameters were higher during the operation in patients in the luteal phase in which the withdrawal movement rate was increased.

8.Histopathological profile of kidney biopsies: single center, four years experience
Emel Tekin, Gülden Diniz, Tuğba Karadeniz, Harun Akar, Önder Yavaşcan
doi: 10.5222/terh.2018.86619  Pages 181 - 186 (1046 accesses)
GİRİŞ ve AMAÇ: Türkiye’de böbrek hastalıkları ile ilgili epidemiyolojik, klinik ve histopatolojik araştırmalar çok sınırlıdır. Bu çalışma …………..Eğitim ve Araştırma Hastanesi patoloji laboratuvarında değerlendirilen böbrek biyopsilerinin histopatolojik profilini incelemeyi amaçlamıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif tanımlayıcı araştırmada, tek merkezde 2014- 2018 yıllarında yapılan 506 böbrek biyopsisi arşiv bulguları üzerinden değerlendirildi. Patolojik değerlendirme için yeterli olarak kabul edilen olguların direkt immünfloresan (DIF) ve ışık mikroskopik düzeyde incelemeleri temel alındı.
BULGULAR: Erkek hastalar çoğunluktaydı (n=294, %58,1). Materyallerin %.60,7’si (n=307) nativ, %39,3’ü (n=199) transplant biyopsi özelliğindeydi. Olguların % 34,8’i (n=176) çocuk hasta, %65,2’si (n=330) erişkin hasta idi. Çocuklarda en sık izlenen patolojiler nonspesifik değişiklikler (n=33, %38,8) ve IgA nefriti (n=24, %28,2) iken, erişkinde membranöz glomerülonefrit (n=35, %15,8) ve nonspesifik değişiklikler (n=28, %12,6) idi. Hastalar 0 ile 81 yaş arasında olup, ortalama yaş 33±19,2 bulundu. Çocuk hastalarda ortalama yaş 12.8±4,2 iken erişkin hastaların ortalaması 43.8±15,1 idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada, nefrotik sendrom, proteinüri ve hematüri, nativ biyopsilerin önde gelen klinik belirtileriydi. Transplantasyon materyalleri erişkinlerde ve erkeklerde daha yaygındı, transplantasyon hastaları sıklıkla protokol biyopsileri olarak gönderildi. Elektron mikroskobisi yapılmadığı için saptanamayan FSGS veya MLH hastaları, spesifik olmayan bulgu kategorisine dahil edildi. MLH'li hastaların çoğunda biyopsi yapılmadığından gerçek insidansları hakkında doğru bilgi elde etmek çok zor gözükmektedir. Ülkemizde glomerulonefrit insidansını göstermek için daha iyi klinikopatolojik korelasyon, elektron mikroskobu değerlendirmesi ve geniş ölçekli çalışmalarda genetik analiz yapılması gerekmektedir.
INTRODUCTION: The studies investigating epidemiologic, clinical and histopathological findings related to renal disease are scarce in Turkey. This study aims to examine the histopathological profile of the renal biopsies evaluated at the Pathology Department of ……………. hospital.
METHODS: In this retrospective descriptive study, the documents of the 506 biopsies performed between 2014- 2018 at ………. Hospital were assessed. All biopsies, which were considered as adequate for pathological evaluation were subjected to direct immune fluorescent (DIF), and light microscopic examination.
RESULTS: Male patients were the majority (n=294, 58.1%). Of the materials, % 60 (n=307) were native and 39.3% (n=199) were transplant biopsy. In this series, 34.8% (n=176) of the cases were pediatric patients and 65.2% (n=330) were adult patients. The most common pathologies were nonspecific changes (n=33, 38.8%) and IgA nephritis (n=24, 28.2%) in children; while they were membranous glomerulonephritis (n=35, 15.8%) and nonspecific changes (n=28, 12.6%) in adults. The patients were between 0 and 81 years of age and the mean age was 33±19.2. The mean age of the pediatric patients was 12.8±4.2 and the mean age of the adults was 43.8±15.1.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, nephrotic syndrome, proteinuria and hematuria were the leading clinical indications for native biopsies. Transplantation materials were more common in adults and males, transplant patients were often referred to as protocol biopsies. Since no electron microscopy was performed, non-detectable FSGS or MLH patients were included in the nonspecific findings category. Since most of the children with MLH do not undergo a biopsy, it seems very difficult to obtain accurate information about their true incidence. For achieving better clinicopathological correlation, electrone microscope evaluation, and genetic analysis in large-scale studies are required to demonstrate the incidence of glomerulonephritis in our country.

9.Monocyte count to HDL-Cholesterol Level Ratio on Post-operative Outcome After Coronary Bypass Surgery
Ahmet Dolapoglu, Eyup Avci, Muhammed Kizilgul
doi: 10.5222/terh.2018.94546  Pages 187 - 190 (871 accesses)
GİRİŞ ve AMAÇ: Monosit sayısının HDL-Kolesterole oranı (MHO) kardiyovasküler risk belirteci olarak kullanılmaktadır. Bu çalışmada, koroner arter bypass (KABG) cerrahisi uygulanan hastalarda cerrahi öncesi MHO ile cerrahi sonrası dönemde mortalite ve komplikasyonlar arasındaki ilişkiyi değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya izole KABG cerrahisi uygulanan 115 hasta alındı. Hastaların klinik karakteristikleri, cerrahi detayları ve cerrahi sonrası gelişen mortalite ve komplikasyonlara ait veriler kaydedildi.
BULGULAR: Ortalama yaş 63.46 ± 9.35 idi. Daha önce miyokardiyal infarktüs geçiren hastalarda MHO’ da hafif düzeyde artış bulunmasına rağmen istatistik açıdan anlamlı fark izlenmemiştir. Cerrahi sonrası erken dönemde düşük debi sendromu, inme, böbrek yetmezliği, cerrahi yara enfeksiyonu venöz ve pulmoner emboli gibi komplikasyonlar görülen hastalarda MHO da hafif bir artış izlense de istatistik açıdan anlamlı fark bulunmamıştır. MHO ile perioperative mortalite arasında da ilişki bulunmamıştır. Korelasyon analizinde ise MHO ile mekanik ventilasyon süreleri ile hastanede kalış süreleri arasında korelasyon bulunmamıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İzole KABG cerrahisi uygulanan hastalarda cerrahi öncesi MHO değerleri ile cerrahi sonrası erken dönemde mortalite ve morbidite arasında ilişki bulunmamıştır.
INTRODUCTION: The monocyte count to HDL-Cholesterol ratio (MHR) has been used for a prognostic indicator of cardiovascular disease. We aimed to evaluate the association between pre-operative MHR and postoperative outcome in patients undergoing coronary artery bypass graft (CABG) surgery.
METHODS: A hundred and fifteen patients with isolated CABG surgery were included in the study. Patient’s clinical characteristics, surgical details and postoperative early mortality and morbidities were recorded.
RESULTS: The mean age was 63.46 ± 9.35. MHR was slightly higher in patients with previous myocardial infarction (MI) but there was no statistical difference. Although post-operative complications including low cardiac output syndrome, stroke, surgical wound infection, renal failure, venous thromboembolism and pulmonary embolism have been found slightly higher in patients with elevated MHR, there was no statistical difference between groups. There was also no association between MHR and peri-operative mortality. İn correlation analysis, there was no correlation found between MHR and length of mechanical ventilation times, length of hospital stay.
DISCUSSION AND CONCLUSION: MHR didn’t predict postoperative early mortality and morbidity and didn’t affect the postoperative outcome in patients undergoing CABG surgery.

10.Minimally invasive parathyroidectomy versus bilateral neck exploration for primary hyperparathyroidism
Bülent Çalık, Cem Karaali, Emre Dikmeer, İsmail Sert, Mustafa Emiroğlu, Cengiz Aydın, Gökhan Akbulut
doi: 10.5222/terh.2018.80148  Pages 191 - 196 (1386 accesses)
GİRİŞ ve AMAÇ: Amacımız primer hiperparatiroidili hastalarda intraoperatif parathormon izlemi ile yapılan minimal invaziv paratiroidektomi ve intraoperatif parathormon izlemi olmaksızın yapılan geleneksel bilateral boyun eksplorasyonunun sonuçlarını değerlendirmek ve karşılaştırmaktı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya alınan 68 hastanın 33'üne (%48,5) intraoperatif parathormon izlemi ile minimal invaziv paratiroidektomi, 35'ine (%51,5) intraoperatif parathormon izlemi olmaksızın bilateral boyun eksplorasyonu yapıldı. Postoperatif 6. ve 12. aylarda elde edilen görüntüleme, lokalizasyon bölgesi, uygulanan cerrahi, insizyon büyüklüğü, operasyon süresi, adenom boyutu, postoperatif komplikasyon ve kalsiyum/parathormon ölçümlerine ait veriler hasta dosyalarından toplandı.
BULGULAR: Minimal invaziv paratiroidektomi ve bilateral boyun eksplorasyonu grupları arasında takip periyodundaki iki zaman noktasına göre parathormon kan seviyelerindeki değişiklik miktarı açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark görülmedi (p>0.05). Minimal invaziv paratiroidektomi grubu ile karşılaştırıldığında bilateral boyun eksplorasyonu grubunda kan kalsiyum seviyeleri postoperatif 6. aya göre postoperatif 12. ayda daha büyük ölçüde arttı (p=0.005). Gruplar başarılı ve başarısız sonuçlar açısından karşılaştırıldığında erkek cinsiyetin ve en az bir komorbiditeye sahip olmanın başarı oranları üzerindeki negatif etkileri tespit edildi (p=0.007, and p=0.002). Cerrahi tipinin ve adenomun medyan büyüklüğünün başarı oranları üzerine istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi görülmedi (p = 0.314, p = 0.615).
TARTIŞMA ve SONUÇ: İntraoperatif parathormon izlemi ile yapılan minimal invaziv paratiroidektomi ve bilateral boyun eksplorasyonu ile yapılan paratiroidektomi benzer ve kabul edilebilir başarı oranlarına sahiptir.
INTRODUCTION: Our purpose was to evaluate and compare the results of minimally invasive parathyroidectomy (MIP) with intraoperative parathormone (IOPTH) monitoring and conventional bilateral neck exploration (BNE) without IOPTH monitoring in patients with primary hyperparathyroidism (pHPT) in a follow-up period of observation.
METHODS: Of the 68 patients in the study, 33 patients (48.5 %) underwent MIP with IOPTH monitoring, 35 patients (51.5 %) underwent bilateral neck exploration without IOPTH monitoring. Data regarding imaging, localization site, surgery performed, incision size, operative time, adenoma size, postoperative complication, and calcium/PTH measurements obtained at postoperative 6th and 12th months were collected from the patient charts.
RESULTS: A statistically significant difference was not seen between MIP, and BNE groups as for the amount of changes in PTH blood levels according to these two time-points of the follow-up period (p>0.05). When compared with MIP group, in BNE group, blood Ca levels increased to a greater extent also at postoperative 12. month relative to postoperative 6. month (p=0.005). As for the comparison of the groups with successful, and failed outcomes, negative effects of male gender, and possession of at least one comorbidity on success rates were detected (p=0.007, and p=0.002). Statistically significant effects of type of surgery, and median size of the adenoma on success rates were not seen (p=0.314, and p=0.615).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Minimally invasive parathyroidectomy performed with IOPTH analysis, and parathyroidectomy using BNE method have similar, and acceptable success rates.

11.The relation between Helicobacter pylori and symptomatic cholelithiasis
Özhan Çetindağ, Bengi Balci, İsmail Sert, Sümeyye Ekmekçi, Gülden Diniz, Fuat İpekçi
doi: 10.5222/terh.2018.68094  Pages 197 - 202 (686 accesses)
GİRİŞ ve AMAÇ: Helicobacter pylori'nin (H.pylori) safra yollarında varlığı henüz yeni saptanmıştır. Bu çalışmada, H. pylori ile safra kesesi hastalıkları ve üst gastrointestinal semptomlar arasındaki ilişkiyi, semptomatik kolelitiasis nedeniyle opere edilen hastaların safra kesesi ve mide mukozalarında H. pylori varlığını araştırarak ortaya koymayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Semptomatik kolelitiasis nedeniyle kolesistektomi uygulanan ve dispeptik semptomlar nedeniyle üst gastrointestinal endoskopik işlem yapılan 105 hasta çalışmaya dahil edildi. Üst gastrointestinal endoskopik biyopsi ve kolesistektomi patoloji spesimenleri H. pylori varlığı açısından Toludine blue (T. blue) ve Warthin starry (W. starry) ile immünohistikimyasal boyama yöntemleri kullanılarak araştırıldı.
BULGULAR: H. pylori 28 hastanın (%26,7) safra kesesi spesimenlerinde ve 37 hastanın (%35,2) mide mukozasında pozitif olarak bulunmuştur. Mide mukozası ve safra kesesi spesimenlerindeki H. pylori pozitifliği arasındaki ilişki araştırılmış ve ilişkili bulunmamıştır (p>0.05, r=0.051). H. pylori ayrıca hiçbir spesifik safra kesesi patolojisi ile de ilişkilendirilememiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Her ne kadar safra kesesinde H. pylori saptanmış olsa da, H. pylori ve safra kesesi taşları oluşumu arasındaki ilişkiyi ortaya koymak için daha ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: The presence of Helicobacter pylori (H. pylori) in biliary tract has recently been discovered. In this study, we aimed to demonstrate the relationship between H. pylori, gallbladder diseases and the upper gastrointestinal symptoms by investigating the presence of H. pylori in the mucosa of the gallbladder and stomach in patients operated for symptomatic cholelithiasis.

METHODS: 105 patients underwent cholecystectomy for symptomatic cholelithiasis and underwent upper gastrointestinal endoscopic procedure for dyspeptic symptoms were included to this study. Pathology specimens of the upper gastrointestinal endoscopic biopsy and cholecystectomy were evaluated for the presence of H.pylori using immunohistochemical staining methods with Toludine blue (T. blue) and Warthin starry (W. starry).

RESULTS: H. pylori was found to be positive in the gallbladder specimens of 28 patients (26.7%), and in the gastric mucosa of 37 (35.2%) patients. The relation between H. pylori positivity in the gastric mucosa and gallbladder specimens were investigated and found to be not related
(p>0.05, r=0.051). H. pylori was also found to be not associated with any specific gallbladder pathology.

DISCUSSION AND CONCLUSION: Although the presence of H. pylori in gallbladder was revealed, we are in need of further studies to demonstrate the relation between H. pylori and the formation of gallbladder stones.

12.The relationship between resistant hypertension and NT-proBNP levels
Ebru Ipek Turkoglu, Emine Cigdem Kircicegi Cicekdag
doi: 10.5222/terh.2018.83007  Pages 203 - 207 (1241 accesses)
GİRİŞ ve AMAÇ: Dirençli hipertansiyon (DHT), en iyi tolere edilebilen dozlarda en az 3 farklı grup antihipertansif ilaçla tedaviye rağmen kan basıncının yüksek seyretmesidir. Tanım gereği ilaçlardan biri diüretik olmalıdır. DHT sık bir klinik problem olmasına rağmen gercek prevalansı bilinmemektedir. Bir alt grup olarak DHT hastaları yeterince incelenmemiştir. Bu çalışmada, bir kardiyoloji ayaktan hasta kohortundaki DHT hastalarının demografik özellikleri ve NT-proBNP düzeylerinin ilişkisi araştırılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 1 Ocak-30 Haziran2015 tarihleri arasında ……. Devlet Hastanesi kardiyoloji kliniğine başvuran 957 ayaktan hastanın kayıtları incelenmiştir. Psödo-dirençli HT (tedaviye uyumsuzluk, yetersiz ilaç dozajı, beyaz gömlek HT, vb), sekonder HT (kronik renal veya renovasküler hastalık, vb) ve düşük ejeksiyon fraksiyonlu kalp yetersizliği hastaları dışlanmıştır. Taranan 957 hastada EF> %50 olan, orta- ciddi kapak hastalığı bulunmayan ve renal disfonksiyon saptanmayan 68 hasta gerçek DHT olarak tanımlanmıştır.
BULGULAR: NT- proBNP üst sınırı 75 yaşından genç hastalarda 300pg/ml ve 75 yaştan yaşlı hastalarda 600 pg/ml olarak olarak belirlenmiştir. Median NT-proBNP düzeyi genç DHT hastalarında normal limitlerde (NT-proBNP = 175 pg/ml) iken yaşlı hastalarda yüksek (NT-proBNP = 916 pg/ml, p=0021) bulunmuştur
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma, DHT’da altta yatan mekanizmaların yaşa göre farklı olabileceğini düşündürmektedir. Normal NT-proBNP düzeyi, genç dirençli HT da hipervolemiyi dışlamaktadır. Bu hastalarda dirençli HT dan intrensek renal sebepler sorumlu olabilir ve yine bu hastalar renal denervasyon tedavisi için aday olarak seçilebilirler. Gerçek DHT olan 75 yaşından yaşlı hastalarda NT-proBNP düzeyleri yüksek olmakla birlikte ne yazık kı sayı istatistiksel anlam için çok azdır. Çalışmanın sınırlı sayıda hastaya sahip olması, tek merkezli ve retrospektif tasarımı nedeniyle ileri çalışmalar gereklidir.
INTRODUCTION: Resistant hypertension (RHT) is defined as high blood pressure despite three antihypertensive medications at best-tolerated doses. By definition, one of the drugs should be a diuretic. RHT is a common clinical problem and the exact prevalence of RHT is not known. As a subgroup, RHT has not been studied widely.. The present study has investigated RHT patient demographics and the N- terminal pro-brain natriuretic peptide (NT-proBNP) levels in a cardiology outpatient cohort.
METHODS: The outpatient data between 1st of January and 30th of June 2015 of 957 patients of ….. State hospital’s hypertension specialty clinic has been reviewed retrospectively. The patients with pseudo-RHT (treatment incompliance, inadequate drug doses, white-coat HT etc), seconder HT (chronic renal or renovascular diseae. etc) and reduced ejection fraction (EF) heart failure are excluded. Among 957 patients, 68 patients have been identified as true RHT with EF>50% and no moderate to severe cardiac valve regurgitation and renal dysfunction.
RESULTS: The cut-off levels of NT- proBNP were defined as 300pg/ml for patients younger than 75 years and 600 pg/ml for patients older than 75 years. Median NT-proBNP level was within normal limits in younger RHT patients (NT-proBNP = 175 pg/ml) whereas the median NT-proBNP was higher than cut-off in older RHT patients (NT-proBNP = 916 pg/ml, p=0.021).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The current study suggests the underlying mechanism might be different in RHT according to age. Normal NT-proBNP levels exclude hypervolemia factor in younger patients. In this patient group, renal denervation therapy may be more beneficial because of the increased intrinsic sympathetic activity. RHT patients older than 75 years have higher levels of NT-proBNP but unfortunately the study group is not big enough to make a decision. Because of single-center results, retrospective design and limited number of patients, further studies are needed.

13.Urinary Incontınence in Elderly Women: Daily Life Activities and Quality of Life
Özlem Sinan, Tülay Başak, Gülten Güvenç, Gönül Kurt
doi: 10.5222/terh.2018.52386  Pages 208 - 214 (2445 accesses)
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu araştırma yaşlı kadınlarda üriner inkontinansı olan ve olmayanların günlük yaşam aktiviteleri ve yaşam kalitelerinin incelenmesi amacıyla tanımlayıcı olarak yapılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma, Mayıs-Eylül 2014 tarihleri arasında geriatri polikliniğine başvuran 65 yaş ve üzeri kadınlarla yürütülmüştür. Araştırmanın örneklemini, çalışmaya katılmayı kabul eden üriner inkontinansı olan ve olmayan 161 kadın oluşturmuştur. Verilerin toplanmasında araştırmacılar tarafından ilgili literatür incelenerek oluşturulan “Veri Toplama Formu”, “Uluslararası İnkontinans Sorgulama Formu (International Consultation on Incontinence Questionnaire Short Form-ICIQ−SF)”, ‘Barthel Günlük Yaşam Aktiviteleri İndeksi (GYA)’ ve ’‘Lawton-Broody Enstrumental Günlük Yaşam Aktiviteleri Ölçeği (EGYA)’ kullanılmıştır. Araştırmada elde edilen veriler, sayı, yüzde, ortalama ve Mann Whitney U testi kullanılarak değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Bu çalışmada İnkontinansı olan kadınların %62’si 75 yaş ve üzerinde ve %47.8’i evli %62.0’si olup, inkontinansı olmayan kadınların ise %44.9’u 75 yaş ve üzerinde ve %43.5’i evlidir. İnkontinansı olan kadınların; GYA puan ortalaması 98.47±7.97, EGYA puan ortalaması 14.05±3.87, olmayanların ise; GYA puan ortalaması 99.49±4.21, EGYA puan ortalaması 15.53±2.21’dir. İnkontinansı olan ve olmayan kadınlar arasında EGYA puan ortalamaları açısından istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık saptanmıştır. İnkontinansı olan ve olmayan kadınların sosyodemografik özellikleri ile yaşam kalitesi puan ortalamaları arasında anlamlı ilişki saptanmamıştır. İnkontinansı olan kadınların yaşam kalitesi puan ortalaması ise 8.48±3.78 olarak belirlenmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu bulgular, üriner inkontinansı olan ve olmayan 65 yaş ve üzeri kadınların günlük yaşam aktivitelerinin iyi düzeyde olduğunu ve inkontinansı olanlarda idrar kaçırmanın yaşam kalitelerini düşük düzeyde etkilediğini göstermektedir.
INTRODUCTION: This study was conducted as a descriptive study to investigate the daily life activities and quality of life of elderly women with and without urinary incontinence.
METHODS: This study was conducted with women aged 65 years and older who applied to the geriatric polyclinic between May and September 2014. The sample of the study consisted of 161 women with and without urinary incontinence who agreed to participate in the study. The "Data Collection Form", "International Consultation on Incontinence Questionnaire Short Form (ICIQ-SF)", "Barthel Daily Living Activity Index (DLA)" and "Lawton-Broody Instrumental Daily Living Activities Scale (EDLA)". The data obtained in the study were evaluated using the number, percentage, mean and Mann Whitney U test.
RESULTS: In this study, 62% of the women with incontinence were over 75 years old, 47.8% were married and without incontinence 44.9% were over 75 years old and 43.5% were married. Women with incontinence; the mean DLA score was 98.47 ± 7.97, EDLA was 14.05 ± 3.87, without incontinence; the mean DLA score was 99.49 ± 4.21, EDLA was 15.53 ± 2.21. A statistically significant difference was found in the mean EDLA scores between women with and without incontinence. There was no significant relationship between the sociodemographic characteristics of the women with and without incontinence and the average of the quality of life scoresThe average life quality score of women with incontinence was 8.48 ± 3.78.
DISCUSSION AND CONCLUSION: These findings show that the daily living activities of women aged 65 years and over with and without urinary incontinence are at a good level and that the incidence of urinary incontinence is low in incontinence patients.

14.Laparoscopic sacrocolpopexy operation in the treatment of apical vaginal prolapse, single center data
Adnan Budak, Abdurrahman Hamdi İnan
doi: 10.5222/terh.2018.43043  Pages 215 - 219 (2174 accesses)
GİRİŞ ve AMAÇ: Pelvik organ prolapsusu için uyguladığımız laparoskopik sakrokolpopeksi ameliyatının intraoperatif ve postoperatif sonuçlarını paylaşmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya ocak 2016 ile aralık 2017 arasında laparoskopik sakrokolpopeksi uygulanmış 21 hasta, yaş, beden kitle endeksi, parite, geçirilmiş ameliyatlar gibi demografik veriler ve ameliyat süresi, intraoperatif komplikasyonlar, bu komplikasyonların yönetim şekli, tahmini kan kaybı, hastanede kalış süresi gibi operatif verileri incelendi.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen hastaların yaş ortalaması 54,3±2,43, paritesi ortalama 3(1-6) ve en sık geçirilmiş cerrahi sezaryen idi. Preoperatif muayenede hastaların 8 (%38)inde POP evre II, 11(%52,3)’inde evre III ve 2(%9,5)’sinde evre IV’tü. Onbir (%52,3) hastaya Total laparoskopik histerektomi ve bilateral salpingo-ooferektomi (TLH/BSO) ile birlikte laparoskopik sakrokolpopeksi (LSC) uygulanırken ameliyat süresi 138±23,9 dk, beş (%23,8) hastaya TLH/LSC uygulandı ve ameliyat süresi 136±38,1 dk idi. Sadece LSC uygulanan hastaların ameliyat süreleri ise 58±26,7 dk olarak hesaplandı. Toplam komplikasyon oranı %14,2 iken takip süresince semptomatik pelvik organ prolapsusu nedeni ile reoperasyon gereken hasta olmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Laparoskopinin bilinen avantajları arasında daha az kan kaybı, daha az hastanede kalış süresi, daha az yara enfeksiyon oranları sayılabilir. Çalışmaya dahil edilen hastaların operatif ve postoperatif verileri literatür ile uyumlu idi. Pelvik organ prolapsusu için ameliyat önerilen hastalara laparoskopik sakrokolpopeksi iyi bir seçenek olarak sunulabilir.
INTRODUCTION: We aimed to share intraoperative and postoperative results of laparoscopic sacrocolpopexy surgery for pelvic organ prolapse.
METHODS: Demographic data such as age, body mass index, parity, past operations and operative data such as duration of operation, intraoperative complications, management type of these complications, estimated blood loss, and hospital stay were analyzed in 21 patients who underwent laparoscopic sacrocolpopexy between January 2016 and December 2017.
RESULTS: The mean age of the patients included in the study was 54,3±2,43, the mean parity was 3 (1-6) and the most frequent previous surgical operation was cesarean section. In the preoperative examination 8 (38%) patients had POP stage II, 11 (52.3%) had stage III and two had (9.5%) stage IV. Laparoscopic sacrocolpopexy (LSC) with total laparoscopic hysterectomy and bilateral salpingo-oophorectomy (TLH / BSO) were applied to the eleven (52.3%) patients and the operation period was 138±23.9 min and TLH / LSC was applied to five patients (23.8%) and the operation time was 136±38,1 min. The operation time of only LSC patients was calculated as 58±26.7 min. The overall complication rate was 14.2% and there was no patient required to reoperate with the cause of symptomatic pelvic organ prolapse during follow-up
DISCUSSION AND CONCLUSION: Known advantages of laparoscopy include fewer blood loss, fewer hospital stay, fewer wound infections. Operative and postoperative data of the patients included in the study were consistent with the literature. Laparoscopic sacrocolpopexy for pelvic organ prolapse may be offered as a good option.

15.The importance of extragenital endometriosis for surgeons
Hüseyin Esin, Cem Karaali, Can Arıcan, Tayfun Kaya, Mehmet Üstün, Gülden Diniz, Cengiz Aydın, Mustafa Emiroğlu
doi: 10.5222/terh.2018.68926  Pages 220 - 224 (868 accesses)
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada ekstragenital endometriozis nedeni ile Genel Cerrahi kliniğimizde opere edilmiş hastaların özellikleri tanımlanmaktadır. Ek olarak klinisyenlerin bu nadir durumlar karşısında farkındalığının artırılması amaçlanmıştır
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2010 ile Ocak 2017 yılları arasında Genel Cerrahi kliniğinde opere edilmiş hastalar çalışmaya alınmıştır. Hastaların verileri dosyalarından geriye dönük olarak incelenmiştir. Hastaların demografik verileri, öykü ve fizik bakı bulguları, endometriozis yerleşimleri ve sayıları kayıt edilmiştir.
BULGULAR: Çalışma kriterlerine uygun olan 16 hasta çalışmaya alındı. Hastaların ortalama yaşı 32.8±6.9 (21-44) idi. 14 (87.5%) hastanın premenopozal dönemde olduğu, tüm olgulara en az bir ya da daha fazla sezaryen uygulandığı saptanmıştır. En sık saptanan semptom ele gelen kitle (n=15) iken ikinci sıklıkla siklik ağrı (n=12) olduğu bulundu. Ekstragenital endometrioma 13 (81.25%) hastada sezaryen skarına yakın yerleşimli iken iki hastada umblikal, bir hastada ise inguinal bölge yerleşimli idi. Kitlelerin ortalama çapı 39,5±18,1 mm (10-75 mm) idi. Ortalama izlem süresi 43 ay (18-79 ay) idi. İzlem süresince bir hastada rekürrens saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Jinekolojik veya obstetrik bir ameliyat geçirmiş bir hastada karın duvarında gelişen kitlelerde siklik ağrı olsun ya da olmasın ayırıcı tanıda ekstragenital endometriomadan şüphelenilmelidir.
INTRODUCTION: In this study, the characteristics of patients who were treated in our General Surgery Clinic with extragenital endometriosis are classified. The aim is to increase the awareness of clinicians to these rare situations.

METHODS: Patients who were operated in General Surgery Clinic between January 2010 and January 2017 were analysed in the study. The data files were examined retrospectively. Demographic data, anamnesis and physical examination findings, endometriosis localizations and numbers were recorded.

RESULTS: Sixteen patients who met the study criteria were included in the study. The mean age of the patients was 32.8 ± 6.9 (min-max: 21-44) and 14 (87.5%) patients were premenopausal while all cases had at least one or more cesarean sections applied. The most frequent symptom was palpable mass (n = 15) and the second most frequent was cyclic pain (n = 12). Extragenital endometriomas were located close to the cesarean section scar in 13 (81.25%) patients, umbilical in two patients, and inguinal in one patient. The mean diameter of the masses was 39.5 ± 18.1 mm (min-max: 10-75 mm). The mean follow-up period of the patients was 43 months (range: 18-79 months). During the follow-up period, recurrens were detected in one patient.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Extrapelvic endometrioma should be suspected in patients with gynecologic or obstetric surgery and mass in the abdominal wall in differential diagnosis regardless from the occurance of cyclic pain.


16.The effect of perioperative electrolyte, acid-base balance, hemodynamic data and anesthetic management on early mortality of patients with small bowel transplantation
Sanem Güntürk, Gaye Aydın, Yücel Karaman, İsmail Sert, Cem Tuğmen, Eyüp Kebapçı, Ayşe Pervin Sütaş Bozkurt
doi: 10.5222/terh.2018.82612  Pages 225 - 231 (662 accesses)
GİRİŞ ve AMAÇ: Yüksek mortalite oranları nedeniyle ince barsak transplantasyonu oldukça nadir olarak uygulanan bir girişimdir. Bu çalışmada ince barsak transplantasyonu uygulanan olguların peroperatif dönemdeki hemodinamik verilerini, elektrolit yönetimini, kan gazı değerlerinin erken dönem mortalite üzerine etkilerini araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2004-2016 yılları arasında hastanemiz kliniğimizde ince barsak transplantasyonu operasyonu yapılmış olan 23 hastanın verileri retrospektif olarak incelendi. Tüm hastaların demografik verileri, kısa barsak sendromu nedenleri, peroperatif hemodinamik verileri, kan gazı değerleri, kan replasmanı ve postoperatif ilk 48 saat erken dönem mortalite oranları kaydedildi. Mortaliteyi etkileyen parametreleri tanımlamak için istatistiksel analiz yapıldı.
BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 34,54±15,2 olup 13’ü kadın, 10’u erkek hastaydı. Erken dönem mortalite toplam 4 hastada gerçekleşti. Mortalite ile demografik ve klinik veriler karşılaştırıldığında istatistiksel olarak fark saptanmadı. Kan gazı ve elektrolit değerlerinin reperfüzyon öncesi ve sonrası karşılaştırılmasında sodyum, pH, HCO3, BE değerleri arasında anlamlı fark vardı. Aynı veriler erken dönem mortalite ile karşılaştırıldığında ise istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İnce barsak transplantasyonu yapılan hastalarda mortalite üzerinde birçok değişken mevcuttur. Erken dönem mortaliteyi azaltmak açısından peroperatif dönemde hemodinamik ve metabolik değişikliklerin dikkatle izlenmesi gerektiğini düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: Due to high mortality rates, small bowel transplantation is an attempt which is applied rarely. In this study, we aimed to search the effects of perioperative hemodynamic data, electrolyte balance and blood gas parameters on early period mortality of the patients who underwent small bowel transplantation.
METHODS: The data of 23 patients, who underwent small bowel transplantation in our clinic between 2004 and 2016, were examined retrospectively. All the patients’ demographic data, small bowel syndrome causes, preoperative hemodynamic data, electrolyte and blood gas values, blood transfusion and postoperative 48 hours early period mortality rates were recorded. Statistical analysis was used to identify the parameters that effected early mortality.
RESULTS: The mean age of the patients was 34,54±15,2 years and there were 13 women and 10 men. Early period mortality was identified in four patients. When comparing demographic and clinic data with mortality, no significant difference was found statistically. There was a significant difference in pH, HCO3, BE values before and after reperfusion. No significant difference was found between electrolyte, blood gas values and early period mortality.
DISCUSSION AND CONCLUSION: There are many variables on mortality in small bowel transplantation patients. We think that hemodynamic and metabolic changes should be monitored carefully in perioperative period to avoid early period mortality.

CASE REPORT
17.Necrotizing granulomatous inflammation in inverted papilloma
Sümeyye Ekmekci, Ülkü Küçük, Samir Abdullazade, Melis Yemen, Anıl Hişmi, Emel Ebru Pala, İbrahim Çukurova
doi: 10.5222/terh.2018.68553  Pages 232 - 235 (747 accesses)
Giriş
İnverted papillomlar lokal agresif davranış ve destrüktif invazyon potansiyeli olan benign neoplazmlardır. Tanı için patolojik incelemenin gerekli olduğu inverted papillomlarda histolojik olarak yüzey epitelinin, stroma içerisine doğru endofitik büyümesi izlenir. Tümör stromasında mikst tipte inflamatuvar hücreler izlenebilmektedir. Burada İngilizce literatürde bildirilmemiş, fibrinoid nekrotizan granülomatöz enflamasyonun eşlik ettiği inverted papillom olgusu sunulmaktadır.
Olgu
47 yaşında kadın hasta 3 yıldır devam eden burun tıkanıklığı şikayeti ile hastanemize başvurdu. Görüntüleme yöntemleri ile sağ nazal pasajda, orta konka lateralinden kaynaklanan, yaklaşık 3 cm çaplı kitlesel lezyon saptandı. İnverted papillom ön tanısı ile eksize edilen kitleden hazırlanan Hematoksilen Eozin kesitlerde yüzey epitelinden stroma içerisine doğru büyüme gösteren transizyonel tip epitel ile döşeli tümör adaları izlendi. Lezyon çevresi ödemli stromada, çok sayıda, fibrinoid nekroz çevresinde palizadik dizilim yapan histiyositlerin oluşturduğu granülomlar dikkati çekti. PAS, GMS ve EZN histokimyasal incelemelerinde spesifik mikroorganizma saptanmadı. Olgu fibrinoid nekrotizan granülomların eşlik ettiği inverted papillom olarak raporlandı. Enfeksiyon hastalıkları ve romatoloji klinikleri tarafından da araştırılan olgunun klinik, mikrobiyolojik ve laboratuvar bulgularında herhangi bir ek bulgu saptanmadı.
Yorum
Histolojik olarak inverted papillomların stromasında nötrofil, eozinofil, lenfosit ve plazma hücrelerinden oluşan mikst tipte inflamatuvar hücreler izlenebilmektedir. Stromasında nekrotizan granülomatöz enflamasyonun eşlik ettiği bir inverted papillom olgusuna İngilizce literatürde rastlanmamıştır.
Introduction:
Inverted papillomas are benign neoplasm with local aggressive behavior and potential for destructive invasion. Pathologic examination is required for diagnosis. Inverted papilloma shows endophytic growth pattern of surface epithelium to the stroma. Mixed type inflammatory cells can be seen in the tumor stroma. We present a case of Inverted papilloma with fibrinoid necrotizing granulomatous inflammation, which has not reported in the English literature before.
Case:
A 47-year-old woman was admitted to our hospital with complaints of nasal obstruction continuing for 3 years. Imaging methods revealed massive lesion about 3 cm in diameter in the right nasal passages originating from the medial lateral concha. Excision had been made with clinical suspicion for inverted papilloma. Microscopically, the lesion consisted of the tumor islands with transitional epithelium extending from the surface epithelium into the stroma. There were fibrinoid necrosis and granulomas, which consisted of histiocytes in palisading pattern. No specific microorganisms were detected in PAS, GMS and EZN histochemical examinations. The case was reported as inverted papilloma with fibrinoid necrotizing granulomas. The clinical, microbiological and laboratory analysis, which were performed by Department of Infectious Diseases and Division of Rheumatology, had not revealed any additional findings.
Discussion
Histologically, a mixed type of inflammatory cells consisting of neutrophils, eosinophils, lymphocytes and plasma cells can be observed in the stroma of inverted papillomas. Inverted papilloma with stromal necrotizing granulomatous inflammation has not reported in the English literature.

18.A case of syncronous pancreatic multiple branch-type intraductal papillary mucinous neoplasm and colon adenocarsinoma
Mustafa Taner Bostancı, Ahmet Seki, Mehmet Şah Benk, Ata Türker Arıkök, Alper Dilli
doi: 10.5222/terh.2018.27167  Pages 236 - 239 (2168 accesses)
Literatürde pankreatik intraduktal müsinöz neoplazma (İPMN) eşlik eden pankreatik ve ekstrapankreatik malignite varlığından bahsedilmektedir. Çalışmamızda 64 yaşında bir erkek hastada tespit ettiğimiz senkron multipl yan dal İPMN ve kolon kanseri vakamızı sunmayı amaçladık.
Synchronous intraductal papillary mucinous neoplasm of the pancreas associated with pancreatic and extrapancreatic malignities have been reported in the literature. In this study, we aim to report a case of 64 years old male patient detected synchronous multiple branch-type IPMN and colon adenocarcinoma.

19.Author Indeks

Page E1 (601 accesses)
Abstract |Full Text PDF

LookUs & Online Makale